Kur'an'ın Gölgesinde Namaz - Seyyid Kutub - PDF E-EKİTAP ÜCRETSİZ Oku, İndir

Aim for the task of upscalerolex.to desires.

Kur’an’ın Gölgesinde Namaz – Seyyid Kutub

Kur’an’ın Gölgesinde Namaz – Seyyid Kutub

Lisans / Fiyat: Ücretsiz
Yıl: 30 Ekim 2018
Eklenme: Ocak 17th, 2024
Dil: Türkçe
Sayfa: 88
Yazar: Seyyid Kutub

7.755 Kişi Tarafından Görüldü

 

 

Gece namazı şeffaf ve derin hisleri harekete geçiren bir tablodur. Secdede ve ayakta görülen bu boyun eğiş, itaat ve yöneliş… Ahiret endişesi ve Rabbi’nin rahmetini elde etme umudu ile birlikteki bu derin hassasiyet…
İnsanın uz bakışını aydınlatan; kalbe, görme, buluşma ve sinyal alma nimetini bağışlayan bu arınma ve şeffaflık… Evet, işte bunların hepsi insanın şeffaf ve parlak bir tablosunu çizmektedir….
Kuran’ın Gölgesinde Namaz isimli bu eser Namaz ile ilgili aradığınız sorulara cevap verebilecek bir düzeydedir…
(İç Sayfalardan)

Allah’a hamdolsun ki, bana ömrümün bir bölümünü Kur’an’ın gölgesi altında yaşama imkanını bağışladı.

Bismillâhirrahmanirrahim

 

Kur’an’ın gölgesi altında yaşamak bir nimettir. Sadece onu tadanın alabileceği bir nimet. İnsan ömrünü yücelten, onurlu kılan ve arındıran bir nimet.

 

Allah’a hamdolsun ki, bana ömrümün bir bölümünü Kur’an’ın gölgesi altında yaşama imkanını bağışladı. Bu dönemde hayatımın bugüne kadar ki bölümünde hiç tatmamış olduğum bir nimetin hazzını duydum. İnsan ömrünü yücelten, onurlu kılan ve arındıran nimetin hazzını…

 

Bu dönemi, şu Kur’an’ın cümleleri aracılığıyla bana seslenen yüce Allah’ın sözlerini, kulaklarımda işiterek yaşadım. Ben ki, basit ve küçük bir kulum. İnsan için bundan daha yüce bir onurlandırma, insan ömrüne şu Kur’an’ın kazandırdığı yücelikten daha üstün bir yücelik, kerem sahibi yaratıcının insana sunacağı bundan daha yüksek bir derece düşünülebilir mi?

 

Hayatımın Kur’an’ın gölgesi altında geçen dönemindeki düşüncelerime göre; yeryüzünde son çırpınışlarını yaşayan cahiliye uygarlığı, bu uygarlığın tutkunlarının basit ve komik amaçları, üstelik gerçekte sınırlı ve cüz’i olan bilgileri ve düşünceleriyle, övünüp böbürlenmeleri acınacak ve aynı zamanda da bulunduğum yüksek seviye gereği tepeden bakılacak bir durumdu. Tıpkı yetişkin yaşta bir insanın çocukların oyunlarına, çocukça hareketlerine ve kırık-dökük konuşma girişimlerine baktığı gibi. Onları seyrederken hayret ediyorum. Ne oluyor şu insanlara?

 

Ne oluyor da mikrop yuvası bir bataklığın derinliklerine gömülüp giderken şu yüce çağrıya; insan hayatını yücelten, onurlandıran ve arındıran çağrıya kulak vermiyorlar?

 

Hayatımın Kur’an gölgesi altında geçen bu dönemini, varlık alemine ilişkin şu kapsamlı, yetkin, yüksek düzeyli, saf düşünceyi; tüm evrenin ve insan varoluşunun amacına ilişkin şu düşünce sistemini doya doya özümleyerek yaşadım. Bu düşünce sistemini, insanlığın doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde etkisi altında yaşadığı cahiliye düşünceleriyle karşılaştırdım ve içimden şu soruyu sordum:

 

Nasıl oluyor da insanlık, önünde temiz bir yeşil ova, yüksek seviyeli bir alan ve parlak ışık dururken bu kokuşmuş bataklıkta, bu çamur dehlizlerinde ve bu koyu karanlıkta yaşayabiliyor?

 

Hayatımın Kur’an gölgesinde geçen bu dönemini, insanın, yüce Allah’ın isteğine uygun hareketiyle yine O’nun tarafından yaratılan şu evrenin hareketi arasındaki çarpıcı ahengini hissederek yaşadım. Bunun yanısıra evrenin kanunlarına ters düşen insanlığın sıkıntı dolu bocalayışını, dışardan empoze edilen bozuk ve zararlı öğretiler ile yaratılış mayasını oluşturan fıtrî yapısı arasındaki çatışmayı gözledim ve arkasından kendi kendime şöyle dedim;

 

“Hangi alçak şeytandır ki, insanı kendi adımları ile bu cehenneme doğru güdüyor?”

 

Yazık şu Allah’ın kullarına…!

 

Hayatımın Kur’an’ın gölgesi altında geçen bu dönemini, varlık bütününün, dış görüntüsünden daha çok daha büyük olduğunu, hem gerçek mahiyeti ve hem de boyutlarının sayısı bakımından göründüğünden daha büyük olduğunu gördüm. Varlık bütünü, gayb alemi ile görüntüler aleminin birleşmesinden oluşur, sadece görünen âlemden ibaret değildir. Varlık bütünü dünya ile âhiretin birleşmesinden oluşur, sırf şu dünyadan ibaret değildir. İnsanlığın gelişimi, bu kesintisiz nehir yatağının kıvrımlarında sürekli akıp giden bir nehir gibidir. Ölüm, bu yolculuğun sonu değildir, sadece yolun belirli bir konaklama noktasıdır. İnsanın bu dünyada elde ettiği sonuçlar, asıl payın tümü değil, bu payın sadece bir bölümüdür. Payının burada elde edemediği bölümünü orada kesinlikle elde edecektir. Buna göre, herhangi bir haksızlık, aldatılma, kayba uğrama söz konusu değildir. Üstelik insan yolculuğunun bu gezegenin yüzeyinde geçen bölümü, canlı ve aşina bir evrende, dost ve müşfik bir âlemde gerçekleşen bir yolculuktur. Dışardan etki alan ve bu etkilere karşılık veren diri, mümin ruhun saygıyla yöneldiği tek Yaradan’a yönelen bir evrendir bu:

 

“Göklerde ve yeryüzündeki tüm varlıklar ile bunların gölgeleri, sabah akşam, ister istemez Allah’a secde ederler.” (Rad Sûresi: 13/15)

 

“Yedi gök ile yer ve bunların içerdiği tüm varlıklar Allah’ı tesbih ederler. Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur.”(İsra Sûresi: 17/44)

 

Bu ne huzur, bu ne geniş çaplılık, bu ne aşinalıktır; bu kapsamlı, yetkin, engin ve doğru düşüncenin kalbe aşıladığı güven ne kadar sağlamdır!

 

Hayatımın Kur’an’ın gölgesi altında geçen bu döneminde insanın gerek İslam’dan önce ve gerekse ondan sonra ki, beşerî değerlendirmelerden çok daha yüceltici bir yaklaşımla onurlandırıldığını gördüm. İslâm’ın değerlendirmesine göre, insanın mayasına, yüce Allah’ın ruhundan üflenmiş, bir soluk katılmıştır:

 

“Hani Rabbin meleklere; ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona biçim verip ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanın’ dedi.” (Sad Sûresi 38/71-72)

 

İnsan bu ilâhi soluk sayesinde yeryüzünde Allah’ın halifesi olmakla görevlendirildi:

 

“Hani Rabbin meleklere; ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi.” (Bakara Sûresi, 2/30)

 

Yeryüzünün tüm varlıkları insanın hizmetine, onun yararına sunuldu:

 

“Göklerde ve yeryüzünde bulunan bütün varlıkları buyruğunuz altına verdi.” (Casiye Sûresi, 45/13)

 

Böylesine onurlu ve yüce bir varlık olan insanı, öbür hemcinsleri ile biraraya getiren ortak bağın bu şeref bağışlayıcı ilâhî soluktan kaynaklanan bir bağ olması, başka bir deyimle insanlararası birliğin, Allah’a inanma bağına dayanması yasaya bağlandı.

 

Buna göre mü’minin vatanı da, milleti de ailesi de, inancına bağlıdır. Böyle olduğu içindir ki, bütün insanlık bu bağ etrafında biraraya gelmelidir. Yoksa hayvanların biraraya gelmelerini sağlayan otlak, mera, sürü ve ağıl gibi faktörlerin etrafında biraraya gelmeye kalkışmamalıdır.

 

Bunun yanısıra mümin, tarihin derinliklerinden gelen köklü bir neseb ortaklığına, akrabalık bağına sahiptir. O, Hz. Nuh’tan, Hz. İbrahim’den, Hz. İsmail’den, Hz. İshak’tan, Hz. Yakub’dan, Hz. Yusuf’dan, Hz. Musa’dan, Hz. İsa’dan ve Hz. Muhammed’den (salat ve selam üzerlerine olsun) oluşan seçkin öncülerin önderlik ettikleri onurlu kafilenin bir parçası, bir üyesidir:

 

“Sizin bir parçasını oluşturduğunuz şu ümmet, tek bir ümmettir, ben de sizin Rabbinizim. O halde benden çekinin.” (Mü’minim Sûresi, 23/52)

 

Tarihin derinliklerinden gelen bu onurlu kafile -Kur’an’ın ışığı altında belirgin bir şekilde açığa çıktığı gibi- yüzyıllar boyunca zamanın ilerlemesine, coğrafi yerlerin değişmesine ve insanların farklılaşmasına rağmen değişmeyen tutumlarla, benzer bunalımlar ve deneyimlerle karşılaştı. Bu kafile sapıklıkla, körlükle, azgınlıkla, ihtirasla, baskıyla, gönül huzuru içinde, Allah’ın zafere erdireceğinden emin olarak, umudunu o günün geleceğine bağlayarak, her an Allah’ın şu kesin ve sağlam vaadinin gerçekleşeceğini bekleyerek yoluna devam ediyor:

 

“Kâfirler, peygamberlerine; ‘Ya bizim dinimize dönersiniz ya da sizi ülkemizden süreriz’ dediler. Bunun üzerine Rabbleri, peygamberlere; ‘Biz zalimleri ortadan kaldıracak ve onların arkasından yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu, benim huzuruma dikileceği andan ve benim tehdidimden korkanlara yönelik bir uyarıdır.’ ” (İbrahim Sûresi, 14/12-13)

 

Aynı güveni paylaşan bu onurlu kafile, her zaman ve her yerde aynı tutumla, aynı tecrübeyle, aynı tehditle ve aynı vaadle karşı karşıyadır. Çeşitli baskılar, tehditler ve yıldırmalar altında yollarına devam eden mü’minleri en sonunda aynı akıbet bekliyor.

 

Hayatımın Kur’an’ın gölgesi altında yaşadığım döneminde şu evrende kör tesadüfe ya da başıboş rastgeleliğe yer olmadığını öğrendim.

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

 

“Biz herşeyi bir plana göre yarattık.” (Kamer Sûresi, 54/49)

 

“Allah herşeyi yarattı ve bir takdire göre düzenledi.” (Furkan Sûresi, 25/2)

 

Şu evrende herşey bir hikmete bağlıdır. Fakat insanın kısa görüşlü bakışı, gayb aleminin derin hikmetini farketmeyebilir. İşte:

 

“Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin. Çünkü Allah, hoşlanmadığınız bir şeyde sizin için büyük bir yarar takdir etmiş olabilir.” (Nisa Sûresi, 4/19)

 

“Bazen hoşunuza gitmeyen birşey hakkınızda iyi olabilir, buna karşılık hoşunuza giden birşeyde hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara Sûresi, 2/216)

 

İnsanlar tarafından kabul görmüş sebepler kimi zaman beklenen sonuçları verirken, kimi zaman da istenen sonucu vermeyebilir, insanlar tarafından kesin sayılan öncüller, (mantığa uygun mukaddimeler) sonuçları tarafından izlenebilir de izlenmeyebilir de. Çünkü sonuçları meydana getiren asıl etken, sebepler ve öncüller değildir. Bunun yerine sonuçları, sebepler ve öncüllerin de payı olmasına rağmen asıl Allah’ın hür iradesi meydana getirir.

 

“Bilemezsin, belki de bunun arkasından yeni bir durum meydana getirir.” (Talak Sûresi, 65/1)

 

“Allah dilemedikçe siz birşey dileyemezsiniz.” (İnsan Sûresi, 76/30)

 

Mü’min, sebeplere yapışır. Çünkü ona böyle davranması emredilmiştir. Sebeplerin sonuçlarını, ürünlerini yalnız Allah takdir eder. Allah’ın rahmetine, adaletine, hikmetine ve bilgisine güvenmek, tek emin sığınak, insanı vesvese saplantılarından kurtaran tek çıkar yoldur:

 

“Şeytan sizi fakirlikle korkutup cimriliği ve kötü işler yapmayı emreder. Oysa Allah size kendi tarafından bağışlama ve bol nimet vaadeder. Allah’ın bağışlayıcılığı engindir ve O, herşeyi bilendir.” (Bakara Sûresi, 2/268)

 

İşte bu sebeplerden dolayı, hayatımın Kur’an’ın gölgesi altında geçen dönemini huzur, güven ve gönül rahatlığı içinde yaşadım. Her olayda, her gelişmede Allah’ın rolünü ve gücünü görerek, O’nun himayesini ve gözetmesini ve gözetimini üzerimde duyarak yaşadım. Bu dönemdeki yaşantımda O’nun sıfatlarının etkinliği ve yapıcı rolünü sürekli olarak hissettim. Okuyalım:

 

“Ya da darda kalmışsa, dua ettiği zaman karşılık vererek onun sıkıntısını gideren kimdir?” (Neml Sûresi, 27/62)

 

“Allah, kulları üzerinde kesin bir egemenlik yetkisine sahiptir. O herşeyi yerinde yapar, her şeyden haberdardır.” (Enam Sûresi, 6/18)

 

“Allah istediğini mutlaka gerçekleştirir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf Sûresi, 12/21)

 

“Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfal Sûresi, 8/24)

 

“Kim Allah’ın emrini çiğnemekten sakınırsa, Allah ona mutlaka bir çıkış yolu gösterir. Ona beklemediği yerden rızık gönderir. Kim Allah’a dayanır, güvenirse Allah ona yeter. O istediğini kesinlikle gerçekleştirir.” (Talak Sûresi, 65/2-3)

 

“Hiçbir canlı yoktur ki, alnı (perçemi) Allah’ın elinde olmasın, onu dilediği gibi yönetmesin.” (Hud Sûresi, 11/56)

 

“Allah kuluna yetmez mi? Oysa seni O’ndan başkası ile korkutuyorlar.” (Zümer Sûresi, 39/36)

 

“Allah’ın alçalttığı kimseye hiç kimse onur kazandıramaz.” (Hacc Sûresi, 22/18)

 

“Allah’ın saptırdığını kimse doğru yola iletemez.” (Rad Sûresi, 13/33)

 

Şu evren, kör ve sağır mekanik kanunların eline bırakılmış değildir. Doğal kanunların arkasında her zaman tasarlayıcı bir irade, mutlak bir dilek vardır. Allah dilediğini yaratır ve dilediğini tercih eder.

 

Yine hayatımın bu döneminde öğrendim ki, Allah’ın gücü sürekli ve sınırsız etkinliğe sahiptir. Fakat O, bu etkinliği kendine özgü bir tarzda gösterir. Biz bu etkinliği acele edip öne alamayız. Allah’a herhangi bir şeyi de öneremeyiz.

 

Kur’an’ın ışığı altında açıkça ortaya çıktığı gibi ilâhî sistem her çeşit sosyal ortamda, insan gelişiminin her evresinde, insan psikolojisinin her durumunda uygulanmak üzere ortaya konmuştur. Başka bir deyimle bu sistem, şu yeryüzünde yaşayan insan için düzenlenmiştir. Bu sistem, bu insanın fıtrî yapısını, enerji kapasitesini, yeteneklerini, gücünü, yetersizliklerini ve zaman içinde değişikliğe uğrayan durumlarını gözönünde bulundurur. Bu sistem, insan hakkında kötümser düşünüp onun yeryüzündeki fonksiyonunu küçümsemez; yine o, gerek bağımsız bir fert ve gerekse bir toplumun üyesi olarak, yaşantısının hiçbir anında onun değerini hederetmez, küçümsemez. Bunun yanısıra bu sistem, gerçekleri gözardı ederek insana gerçek değerini ve kapasitesinin yüce Allah’ın onu yarattığı gün görevlendirdiği yeryüzüne halifelik görevinin üstünde bir görev ve fonksiyon da yüklemez. Her iki durumda da onun fıtrî yapısının dayanaklarının, kanunla oluşturulacak ve çalakalem ortadan kaldırılabilecek kadar yüzeysel olmadığını kabul eder.

 

İnsan, şu bilinen varlığın adıdır. O fıtrî yapısı ile, içgüdüleri ve yetenekleri ile tanınan insandır. İlâhi sistem, onun elinden tutarak yapısı ve fonksiyonu gereği kendisi için tasarlanan en üst kemal düzeyine çıkarmaya çalışır, onu Allah’a doğru yükselen kemal yoluna iletirken kişiliğine, fıtrî yapısına ve bu yapının temel dayanaklarına saygı gösterir.

 

Bütün bu özellikleri içerisinde barındıran bu ilâhî sistem insanlığın uzun çağlar sürecek uzun ömrü dikkate alınarak ortaya konulmuştur. Bu sürenin ne kadar olduğunu sadece şu insanın yaratıcısı ve şu Kur’an’ı indiren Allah bilir. Bundan dolayı bu sistem yüce amaçlarını gerçekleştirme konusunda zorlamacı, baskıcı ve aceleci değildir. Önündeki ufuk sürekli ve sonsuzdur. Onu ne bir ferdin ömrü sınırlar ve ne de ölüme yakalanıp da uzun vadeli amacını gerçekleştiremeyeceğinden korkan fani bir insanın arzusu kışkırtabilir.

 

Oysa yapmak istedikleri herşeyi bir kuşağın ömrü içine sığdırmaya çalışan yeryüzü kaynaklı, baskıcı doktrinlerin taraftarları, bunun tam tersi olan bir tutum benimserler. Onlar, adımlarını dengeli olarak atan insan fıtratının önüne geçmeye kalkışırlar. Çünkü bu dengeli adımların temposuna sabredemezler! Ama izledikleri yolun üzerinde katliam kurbanlarının ceset kümeleri yükselir, seller gibi insan kanı akar, değerler paramparça ve işler karmakarışık olur, sonunda kendileri de, yapmacık doktrinleri de, zorba doktrinler tarafından altedilmesi mümkün olmayan insan fıtratının darbeleri altında parçalanıp yok olur.

 

Oysa İslâm, fıtrata ayak uydurarak sakin ve ağır adımlarla ilerler. An gelir, geri kalan fıtratı ileriye iter, gün gelir adımlarının temposunu yavaşlatır, eğrildiği zaman onu doğrultur, fakat onu kırıp parçalamaz. O, fıtrata karşı bilgili, ileri görüşlü ve belirlenmiş amacından emin bir kişiden beklenebilecek olan sabırlılığı gösterir. Bu aşamada gerçekleşmeyen işler ikinci, üçüncü… onuncu, hatta yüzüncü… bininci aşamada gerçekleşir. Nasıl olsa zaman sürekli, amaç belirgin ve büyük hedefe ulaştıran yol uzundur.

 

Ulu bir ağaç nasıl toprağın deriliklerine kök salarak, uzun ve sık dallar vererek büyürse işte İslâm da aynı şekilde ağır ağır, farkedilmez bir tempo ile ve güven içinde büyüyüp boy atar. Sonunda ise her zaman yüce Allah’ın olmasını dilediği şeyler olur.

 

Tohum bazen kum yığınları altında kalır, kimi zaman kurtlar tarafından kemirilir, bazen susuzluktan yanar, bazen de su baskınına uğrar. Fakat ileri görüşlü İslâmi düşüncenin bütün afetlere baskın çıkacağını bilir. Bu yüzden sabırsızlanıp kuşkuya kapılmaz, bu tohumu tabiatın soğukkanlı, dengeli, hoşgörülü ve müşfik etkenleri dışında bir yola başvurarak belirtmeye, olgunlaştırmaya kalkışmaz.

 

İşte Yüce Allah’ın bütün evrene yönelik metodu, tutumu budur:

 

“Allah’ın kanunlarında asla bir değişme, bir başkalaşma bulamazsın.” (Fatır Sûresi, 35/42)

 

“Hakk” kavramı, şu varlık bütününün yapısında köklü yeri olan bir kavramdır. Geçici bir istisna, amaç dışı bir raslantı değildir. Çünkü herşeyden önce yüce Allah “Hakk” tır ve varlık varoluşunu O’ndan, varlığından alır:

 

“Çünkü Allah, hakktır ve O’nun dışında taptıkları herşey batıldır. Gerçekten ulu ve büyük olan, Allah’tır.” ( Lokman Sûresi, 31/30)

 

Öte yandan yüce Allah şu evreni hakka dayalı olarak yarattı; bu yaratma sürecine asla batıl karışmamıştır:

 

“Allah, bunları hakk uyarınca yarattı.” (Yunus Sûresi, 10/5)

 

“Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna, batıl olarak yaratmadın. Seni böyle bir şeyden tenzih ederiz.” (Âli İmran Sûresi, 3/191)

 

Bunun yanısıra hakk, şu varlık bütününün temel direği, eksenidir. Varlık bütünü bu temel direkten ve ana eksenden uzaklaşınca dengesini kaybeder ve mahvolur:

 

“Eğer hakk, onların şahsi arzularına uysaydı göklerin, yeryüzünün ve bu ikisi arasında bulunan bütün varlıkların düzeni bozulurdu.” (Müminun, 23/71)

 

Bundan dolayı hakkın mutlaka üstün olması, buna karşılık batılın da kökünün kazınması gerekir. Eğer pratik görüntü bunun tersine ise, sonunda hakkın açık bir biçimde ortaya çıkmasını hiçbir güç önleyemez:

 

“Hayır, biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar, böylece batıl yokoluverir.” (Enbiya, 21 /18)

 

Hayır, yapıcılık, dirlik-düzen ve iyilik de, hakk gibi, köklü kavramlardır. Bunlar da, hakk gibi kalıcıdır:

 

“Allah gökten su indirir, dereler onunla dolup-taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır götürür. Süs ya da eşya yapmak için ateşte yakıp erittiğiniz madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hakk ve batılı böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yokolup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. Allah bunun gibi birçok örnekler verir.” (Râd Sûresi, 13/17)

 

“Allah’ın, güzel sözü, kökü sağlam ve dalları göğe yükselmiş soylu bir ağaca benzeterek örnek verdiğini görmüyor musun? Bu ağaç, Rabbinin izni ile her mevsimi geldiğinde meyvelerini verir. Allah, insanlara böyle somut örnekler verir ki, öğüt alsınlar.

 

Buna karşılık kötü bir söz de yerden koparılmış, kökü olmayan ve ayakta sağlam duramayan, kötü bir ağaca benzer. Allah mü’minlerin, gerek dünya hayatında ve gerekse ahirette, sağlam söze bağlı kalmalarım sağlar, zalimleri ise sapıtır. Allah ne dilerse onu yapar.” (İbrahim Sûresi, 14/24-27)

 

Bu düşüncenin meydana getirdiği ferahlık ne kadar büyüktür! Onun kalbe aşıladığı huzur ne kadar tatlıdır! Hakka, hayra ve yapıcılığa karşı uyandırdığı güven ne kadar sarsılmazdır! Basit realiteye karşı, gönülde kökleştirdiği güçlülük ve kendine güven duygusu ne kadar engindir!

 

Hayatımın, Kur’an’ın gölgesi altında yaşadığım dönemi sonunda şu kesin, şu tartışma götürmez gerçeğe ulaştım:

 

Şu dünyanın istikrara kavuşabilmesi, şu insanlığın huzura erebilmesi, şu insanların herbirinin içgüvene, yüceliğe, onura ve arınmışlığa kavuşabilmeleri, evrenin ve hayatın doğal kanunları ile uyum halinde yaşayabilmeleri için tek çıkar yol, Allah’a dönüştür.

 

Kur’an’ın ışığı altında gün gibi ortaya çıktığı üzere Allah’a dönmenin tek bir şekli, tek bir yolu vardır. Birçok değil tek bir yol…

 

O da hayatın tüm alanlarında, yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de ana hatlarını çizdiği sisteme yönelmektir.

 

Bu tek yol; bu kitabı tek başına hayata hakim kılmak, hayatın her türlü olayı ve gelişmesi karşısında onun hakemliğine başvurmaktır. Aksi takdirde dünyada kargaşanın, insanlarda mutsuzluğun, bataklığın dibine doğru gerileyişin ve Allah’ı bir yana bırakarak nefsin ihtiraslarına tapınmak anlamına gelen cahiliyenin önüne geçilemez:

 

“Eğer senin çağrına olumlu karşılık vermezlerse, bil ki; onlar nefislerinin arzularına uyuyorlar. Allah tarafından bir yol gösterici olmaksızın sadece nefislerinin arzularına uyan kimseden daha zalim kim olabilir? Kuşku yok ki, Allah zalim bir toplumu doğru yola iletmez.” (Kasas Sûresi, 28/50)

 

Yüce Allah’ın kitabında ifadesini bulan ilâhi sistemi hakem tutmak; “olsa da olur olmasa da olur” türünden bir nafile, insanın gönüllü tercihine bırakılmış fazladan bir iş değildir. Çünkü o imandır; o ya vardır ya da yoktur; bir başka şık düşünülemez.

 

“Allah ve Peygamber bir konuda hüküm verince mü’min erkek ve kadınlar için artık o konuda tercih yapmak sözkonusu olamaz.” (Ahzab Sûresi, 33/36)

 

“Sonra sana bir şeriat düzenleyip sunduk; ona uy, (gerçeği) bilmeyenlerin arzularına uyma. Bunlar senin Allah’tan beklediklerinin hiçbirini karşılayamazlar. Hiç şüphesiz zalimler birbirlerinin dostudurlar. Allah da günahtan sakınanların dostudur.” (Casiye Sûresi, 45/18-19)

 

Şu halde mesele ciddidir. Mesele, özü itibariyle inanç meselesidir. Sonra da şu insanlığın mutluluğu ya da mutsuzluğu meselesi…

 

Kendisi de Allah’ın bir eseri olan şu insanlık, fıtrî yapısının kilitli hücrelerini ancak Allah yapısı anahtarlar ile açabilir, fıtratının hastalıklarını ve bunalımlarını sadece yüce Allah’ın elinden çıkma ilaçlar ile tedavi edebilir. Yüce Allah bütün kilitli kapıların anahtarlarını ve bütün hastalıkların ilaçlarını kendi sistemine yerleştirmiştir:

 

“Kur’an’da insanlara şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Bunlar, zalimlere ziyanlarını arttırmaktan başka bir katkıda bulunmaz.” (İsra Sûresi, 17/82)

 

“Kuşku yok ki, bu Kur’an, insanı yolların en doğrusuna iletir.” (İsra Sûresi, 17/9)

 

Fakat insanlık, bozulan kilidi tamiri konusunda bu kilidin yapıcısına başvurmak, hastayı yaratıcısına götürmek istemiyor. Gündelik hayatında kullandığı basit teknik araçlar ve cihazlar konusunda gösterdiği titizliği, benimsediği metodu, kendi problemleri, insanlığın problemleri, insanlığın mutluluğunu sağlama ya da mutsuzluğunu giderme konusunda izlemekten, benimsemekten kaçınıyor. O biliyor ki, bozulan bir teknik cihazı tamir etmek için o cihazı üreten fabrikanın mühendisini çağırması gerekir. Fakat bu kuralı insan hakkında da uygulayarak ona ilişkin problemlerde üreticisine bu şaşırtıcı cihazın, yani son derece onurlu, yüce, ayrıntılı ve duyarlı insan cihazının yaratıcısına fikir danışmıyor. O cihaz ki, onun giriş ve çıkışlarını yapıcısından, yoktan varedicisinden başkası bilemez:

 

“Allah hiç şüphesiz göğüslerin (kalplerin) özünü bilir. Yaratan bilmez mi hiç? O lâtiftir ve herşeyden haberdardır.” (Mülk Sûresi, 67/13-14)

 

İşte yolunu sapıtmış, zavallı ve şaşkın insanlığın mutsuzluğu bundan kaynaklanıyor. Bu insanlık, nasıl ki basit bir teknik cihazı bu cihazın küçük yapıcısına götürüyorsa, fıtratına ilişkin problemlerde de bu fıtratın büyük yaratıcısına başvurmadıkça doğru yola, huzura ve mutluluğa kesinlikle eremeyecektir.

 

İslam’ın önderlikten uzaklaştırılması, iktidardan düşürülmesi insanlık tarihinde korkunç bir olay, insanlık hayatını mahveden uğursuz bir gelişmedir. Öyle ki, insanlık o güne kadar başına gelen talihsizlikler içinde bu kadar talihsiz olanını hiç yaşamamıştır.

 

İslâm önderliği ele aldığında yeryüzü düzensizliğe boğulmuş, hayat çürümüş, yöntemler kokuşmuş, insanlık bu kokuşmuş yöntemlerin eli ile katlanılmaz acılar tatmış, kısacası:

 

“İnsanların kendi elleri ile yaptıkları kötülükler yüzünden karaları ve denizleri kargaşa (huzursuzluk, anarşi, istikrarsızlık) kaplamıştı.” (Rum Sûresi, 30/41)

 

İşte İslâm bu bozuk ortamda Kur’an’ın getirdiği yeni düşünce ile ve bu düşünceden kaynaklanan şeriatla, hukuk sistemi ile yönetimi teslim aldı. Bu olay, insanlık için yeniden doğuş anlamına geliyordu. Öyle bir yeniden doğuş ki, aslında ilk doğumdan, ilk yaratılıştan daha önemli idi.

 

Kur’an-ı Kerim varlık bütününe ilişkin, hayata ilişkin, değer yargılarına ve sosyal kurumlara ilişkin olarak insanlığa yeni bir düşünce sistemi sundu. Bu düşünceye paralel olarak orjinal, başkalarına hiç benzemeyen bir toplumsal pratik gerçekleştirdi.

 

Kur’an-ı Kerim bu sosyal pratiği gerçekleştirmeden önce insan onu hayalinde bile tasarlayamamıştı. Evet, bu somut sosyal pratik öyle temiz, çekici, yüksek, düzeyli, sade, kolay uygulanabilir, gerçekçi, yapıcı, dengeli ve tutarlıydı ki, eğer Allah onu insanlığa sunmasa, Kur’an’ın, Kur’an metodunun ve Kur’an kaynaklı şeriatın ışığı altında onu hayatta uygulamasaydı insanlık onu tasavvur dahi edemezdi.

 

Sonra, insanlığın belini büken o uğursuz gelişme oldu ve İslâm yönetimden uzaklaştırıldı, iktidardan düşürüldü. Onun yerine çok sayıdaki kılıklarından birine bürünen cahiliye yeniden iktidara geldi, yönetim etkisini bir kez daha devraldı. Cahiliyenin bu yeni kılığı, günümüzde insanlığın tapınma derecesinde benimsediği maddeci düşünce biçimidir. Günümüz insanı küçük çocukların cicili-bicili elbiselerden ve renkli oyuncaklardan hoşlandığı gibi cahiliyenin bu yeni şeklini isteyerek benimsemiştir.

 

Günümüzde insanlığa düşman bir çete ile karşı karşıyayız. Bu çetenin işi-gücü insanları yanıltmak, zihinleri karıştırmaktır. Bunlar önce ilâhi sistemi terazinin bir kefesine, insanoğlunun madde dünyasındaki keşif ve icatlarım öbür kefesine koyuyorlar, arkasından da insanlığa dönerek şöyle diyorlar;

 

“Buyur seç, bunlardan istediğini tercih et bakalım. Ya Allah’ın hayata ilişkin sistemini seçer ve insanoğlunun madde dünyasındaki tüm keşif ve icatlarını bir yana bırakırsın ya da insan kaynaklı bilgi birikiminin ürünlerini tercih eder ve ilâhi sistemi bir yana atarsın!”

 

Bu, iğrenç ve alçakça bir aldatmacadır. Meselenin aslı, kesinlikle böyle değildir. İlahi sistem, insanın gerçekleştirdiği keşif ve icatların düşmanı değildir. Aksine o, bu buluşları ilk başlatan, ona ortam hazırlayan ve istikametini doğru yöne çeviren bir sistemdir.

 

Amaç, insanın yeryüzü halifeliği fonksiyonunu, başarı ile yerine getirmesidir. Bu imtiyazı insana Allah bağışladı, onu bu görevi başaracak imkanlarla donattı, ona omuzlarına bindirilen bu yükümlülüğün üstesinden gelecek potansiyel güçler verdi, bu görevi gerçekleştirmesine yardımcı olacak evrensel kanunları onun yararına sundu; yaşayabilsin, çalışabilsin, keşif ve icatlar ortaya koyabilsin diye kendi yapısı ile evrenin yapısı arasında uyum meydana getirdi.

 

Üstelik ilahi sisteme göre, insanoğlunun bilim alanındaki buluşları Allah’a yönelik bir ibadettir, onun büyük nimetlerine karşılık somut bir şükür tezahürüdür, halifelik sözleşmesinin Allah’ın rızası çerçevesi içinde çalışmak ve didinmek şeklindeki temel şartına bağlı kalma göstergesidir.

 

Böyle olduğuna göre ilahi sistemi terazinin bir kefesine ve madde alanındaki insan kaynaklı bilimsel buluşları öbür kefesine koyanlar, insanlığın zararına çalışan, kötü niyetli kimselerdir. Yolunu şaşırmış ve bitkin düşmüş insanlık, ne zaman uçsuz-bucaksız çöllerde taban tepmekten, şaşkınlıktan ve sapıklıktan bıkarak iyi niyetli kılavuzun sesini dinlemeye, ne zaman mahvedici belirsizlikten kaçarak yüce Allah’ın himayesine sığınmaya niyetlense bu çete onun peşini bırakmıyor.

 

Bu konuda bir başka grup daha var ki, bunlarda eksik olan şey, iyi niyet değildir. Bunlar kapsamlı bilinçten ve derin boyutlu idrakten yoksundurlar. Bunlar insanoğlunun madde alanındaki buluşları karşısında hayranlığa, teknolojik başarılar karşısında dehşete kapılırlar. Bu hayranlık ve dehşet duygusu, onların kafalarında doğa güçleri ile imandan kaynaklanan değer yargılarını ve bu değer yargılarının gerek evrende ve gerekse pratik hayatta beliren etkilerini, sonuçlarını birbirinden ayırır, bunun sonucu olarak tabii kanunlar ile iman kaynaklı değerleri birbirinden kopuk, ayrı birer alan olarak algılarlar. Bunlar öyle zannederler ki, tabii kanunlar, iman kaynaklı değerlerden etkilenmeksizin kendi yollarında ilerlemeye devam ederler; insanlar ister mümin ister kâfir olsunlar, ister yüce Allah’ın sistemine uysunlar, ister ona yan çizsinler, hükümlerini ister Allah’ın, kanunlarına, ister insanların keyfi arzularına dayandırsınlar bu kanunlar sonuçlarını vermeyi sürdüreceklerdir.

 

Bu görüş asılsız bir saplantı, ham bir hayaldir. Bu saplantı, aslında birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan iki ilâhi kanun türünü birbirinden koparmaktadır. Çünkü iman kaynaklı değer yargıları da, tıpkı evrensel tabii kanunlar gibi, Sünnetullah’ın, ilahi kurallar sisteminin ayrılmaz bir parçasıdırlar; bu iki kuralın sonuçları birbirleri ile sıkı sıkıya ilişkili, hatta içiçedirler; mü’minin bunları birbirinden ayrı şekilde algılaması ve ayrı düşünmesi için hiçbir haklı gerekçe yoktur. İşte Kur’an-ı Kerim, kanatları altında yaşayan vicdanlarda bu düşünceyi oluşturur; bu düşünceyi oluşturmak, pekiştirmek amacı ile daha önce inen ilâhi kitapların ümmetlerinden söz eder, onların bu kitaplarından uzaklaşmalarını ve bunun neticesinde kaçınılmaz biçimde ortaya çıkan kötü sonuçları anlatır:

 

“Eğer Kitap Ehli iman edip günahlardan sakınsalardı, günahlarını bağışlar ve onları nimet dolu Cennetlere yerleştirirdik.

 

Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından kendilerine indirilen Kur’an’ı gereğince uygulasalardı, yiyeceklerini başları üzerinden ve ayakları altından sağlarlardı.” (Maide Sûresi, 5/65-66)

 

Kur’an-ı Kerim, yine bu düşünceyi vicdanlarda oluşturmak amacı ile Hz. Nuh’un (selâm üzerine olsun) kavmine yaptığı şu vaadi anlatır:

 

“Onlara dedim ki; ‘Rabbinizden günahlarınızı bağışlamasını dileyin; O kuşkusuz günahların bağışlayıcısıdır. O’ndan af dileyin ki üzerinize gökten bol bol yağmur yağdırsın, sizi bol mallar ve evlatlar ile desteklesin, size çok sayıda bağlar ve akarsular bağışlasın.’ ” (Nuh Sûresi, 71/10-11-12)

 

Kur’an-ı Kerim, insanların iç dünyaları ile Allah’ın onlara yönelik uygulaması olan dış realiteleri arasında sıkı bir ilişki olduğunu vurgularken de bu ilkeyi zihinlere işlemeyi amaçlıyor:

 

“Şüphe yok ki, bir kavim kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah ona bağışladığını değiştirici değildir.” (Enfal Sûresi, 8/53)

 

Allah’a inanmak,

 

O’na doğru biçimde ibadet etmek,

 

O’nun hükümlerini yeryüzüne egemen kılmak…

 

Bütün bunlar, Allah’ın kanunlar sistemini yürürlüğe koymak, uygulamak anlamına gelir.

 

Bu saydıklarımız, sonuçlarını algı ve deney yolu ile gözlemlediğimiz diğer evrensel tabii kanunların ortak kaynağından gelen etkin ve yapıcı kanunlardır.

 

Kimi zaman bu evrensel kanunların iki kesiminin birbirlerinden ayrılabildikleri izlenimini veren aldatıcı görüntüler ile karşılaşır, iman kaynaklı değer yargılarından uzaklaşarak doğal kanunlara uymanın başarıya ulaştırdığını görürüz. Bu kopukluk, ilk başta sonuçlarını göstermeyebilir, fakat bu sonuçlar yolun sonunda kesinlikle ortaya çıkar.

 

Nitekim bu kaçınılmaz akıbet, İslâm toplumunun başına gelmiştir. İslâm toplumunun yükselme, dönemi çizgisi, doğal kanunlar ile iman kaynaklı değer yargılarının gevşeme noktasından itibaren başlamış ve bu iki tabii kanunun ayrıldığı, birbirinden koptuğu noktadan itibaren gerileme eğilimi başgöstermiştir. Bu iki resim arasındaki açı genişledikçe gerileme eğrisi düşüşünü sürdürmüş ve doğal kanunlar ile iman kaynaklı değer yargılarının birlikte ihmal edildikleri zaman en düşük noktasına inmiştir.

 

Diğer yanda ise bir kanadı kırık kuş gibi, tek kanadıyla ilerlemeye çalışan maddeci Batı medeniyetinin çırpınışları…

 

Bunun sonucu olarak maddi buluşlar, teknolojik kazanımlar alanında ilerlemesi ile orantılı bir hızla insani ve manevi değerler alanında geriye gidiyor. Buna bağlı olarak bu uygarlığın az da olsa düşünebilen insanları feryad ettiren endişe, şaşkınlık, çeşitli psikolojik ve sinirsel bunalımların pençesinde kıvranıyorlar. Gerçi bu düşünebilen Batılılar da yüce Allah’ın sisteminin yoluna girmiyorlar. Oysa bu bunalımın tek ilâcı, tek tedavi yolu odur.

 

Yüce Allah’ın insanlara yönelik kanunları, O’nun evrensel kurallar bütününün bir parçasıdır. Buna göre bu kanunları uygulamak, onu toplumda yürürlüğe koymak, insan yaşayışı ile evrenin hareket sistemi arasında sıkı bir uyum meydana getirir, kesinlikle bu yolda etkisini gösterir. Öte yandan İslâm, imanın meyvesi, ürünü olmaktan başka birşey değildir, bu yüzden bu asıl kökü varolmadıkça tek başına ayakta duramaz.

 

İslâm, müslüman bir toplumda uygulanmak üzere ortaya konmuş bir hukuk sistemidir.

 

Ancak, bu İslâm toplumunun oluşmasında katkıda bulunma gibi bir fonksiyonu da vardır aynı zamanda.

 

İslâm, gerek kainata ve insana ilişkin kanunları gerekse de İslâmi düşünce sistemi, bunun gereği olan vicdan temizliği, bilinç duyarlılığı, amaç yüceliği, idealizm, yüksek ahlâk ve davranış tutarlılığı ile bir bütündür; tümünün birleşmesinden meydana gelir İslâm…

 

Böylece gerek doğal kanunlar ve gerekse iman kaynaklı değer yargıları adını verdiğimiz ilâhi kanunlar sisteminin, Sünnetullah’ın uyumu ve bütünlüğü ortaya çıkar. Bu kurallar sisteminin her iki kesimi de daha kapsamlı bir sistem olan Sünnetullah’ın, ilâhi kurallar bütününün birer kanadını oluştururlar.

 

İnsan da, bu varlık bütününün güç odaklarından biridir. Onun çalışması, iradesi, inancı, yapıcılık çabası, ibadeti ve diğer bütün faaliyetleri de bu varlık bütününü faal biçimde etkileyen birer güç birimleridir. Bu güç birimleri ile tüm varlığı kapsamı içinde tutan sünnetullah arasında güçlü bir bağ vardır. Bu güç odaklarının tümü koordinasyon içinde uyum halinde işlerler. Aralarında bu bütünlük, bu ahenk varoldukça ürünlerini tam olarak verirler. Buna karşılık eğer birbirlerinden kopar ya da çatışmaya düşerlerse ürünleri bozulur, kargaşalık başgösterir, hayatın düzeni-dirliği kaybolur, insanlar arasında perişanlık ve mutsuzluk alıp yürür:

 

“Çünkü bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti kesinlikle değişikliğe uğratmaz.” (Enfal Sûresi, 8/53)

 

Demek ki, insan davranışları ve insan bilinci ile herşeyi içine alan kapsamlı sünnetullah çerçevesi içinde, evrensel olayların akışı, gelişimi arasında sıkı ve derin bir ilişki vardır.

 

İnsanlık düşmanlarından başka hiç kimse bu sıkı ilişkinin koparılmasını telkin etmez, insanlığı bu ahengi bozmaya çağırmaz, insanlar ile yürürlükteki ilâhi kanunlar sisteminin, sünnetullah’ın arasına girmez. Bu insanlık düşmanlarının hedefi; insanları doğru yola yanaştırmamak, ondan uzak kalmalarını sağlamaktır. O halde insanların yapması gereken de bu tiplerden uzak kalmak ve lütufkâr Rabblerine giden yolu kapatmalarına izin vermemektir.

 

Bunlar, hayatımın, Kur’an’ın gölgesi altında yaşadığım döneminden kalan ve etkisini sürdüren duygularımın ve izlenimlerimin bir kısmıdır. Umarım Allah (c.c.) bunları vesile kılarak insanlığı yararlıya, hidayete ve doğru yola iletir (iletsin). Çünkü;

 

“Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz.” (İnsan Sûresi, 76/30)

 

Bizlere destek olmak için Lütfen Yorum Yapınız.