Demir Ökçe - Jack London - PDF E-EKİTAP ÜCRETSİZ Oku, İndir

Aim for the task of upscalerolex.to desires.

Demir Ökçe – Jack London

Demir Ökçe – Jack London

Lisans / Fiyat: ücretsiz
Yıl: Haziran 2017
Eklenme: Ocak 17th, 2024
Dil: Türkçe
Sayfa: 336
Yazar: Jack London

2.775 Kişi Tarafından Görüldü

Jack London’ın Demir Ökçe’si distopya edebiyatının ilk örneği olarak kabul edilir. Günümüzden yüz yılı aşkın bir zaman önce kaleme aldığı eserinde London, çok eski ama hiç eskimeyen bir hikâyeyi konu edinir. Ezen ve ezilen mücadelesi tüm çıplaklığıyla gözler önündedir. Amerika Birleşik Devletleri’ni pençesine almış olan Oligarşi, namıdiğer Demir Ökçe tüm şiddeti ve gaddarlığıyla emekçilerin üzerine yürümektedir. Tröstler, ekonomik ve siyasi ilişkiler, faşist devlet yapılanması sanki daha o zamandan yirminci yüzyılda insanlığın yaşayacağı acı olayların habercisi gibidir…

Eserlerinde doğanın karşı konulamaz gücünü alt etme ve hayatta kalabilme mücadelesini romantik bir yaklaşımla ele alan Jack London, Demir Ökçe’de sınıf mücadelesini konu alır. Genç bir iyi aile kızı, sınıfsal konumuna karşın, sosyalist bir lidere âşık olur ve yaşadığı bu ilişki süresince kapitalizmin toplumda yarattığı yıkımları ve işçi sınıfının günlük yaşama mücadelesini keşfeder. Bu romantik fonda London Amerikan işçi sınıfının çok iyi bir resmini çizer. Kitap  1914 ve 1918 yılları arasında geçer. Demir Ökçe, çarpıcı imgeleri, belli başlı diyalogları ile oldukça sert bir üslupla kaleme alınmıştır.

Ezilenlerin mücadelesi.

Demir Ökçe iki düzlemli bir kitap: Birinci düzlemi, yazarın, (gizlenmez bir heyecanla verdiği) sosyalizm derslerioluşturuyor. Özellikle toplantılarda ya da (piskopos örneğinde olduğu gibi) ikili konuşmalarda, biraz da Platon diyaloglarına (Sokrates tekniğine) özenmiş gibi görünen yazar, kavramları adım adım birbirinden türeterek, üstelik bu türetme sırasında karşısındakinin ya da karşısındakilerin kendi deneyim ve birikimlerini kullanarak (Sokrates) kavramdan cümleye, tespite gidiyor (Bkz. Özellikle 26-50 sayfalardaki piskoposu ikna etme bölümleri).

Bu didaktik kaygı, elbette, romanın yapısını olumsuz etkiliyor; karşımızda biraz da tiyatro kokan, derme çatma kotarılmış “konuşma sahneleri” var. Zorlama, yer yer öyle ileriye gidiyor ki, Ernest Everhard, müstakbel eşi Avis’in evinde, kadının ve babasının servetinin “kanlı” olduğunu ileri sürerken, iddiasının kanıtı, fabrikada çalışırken kolu kopmuş seyyar satıcı Jackson sokaktan geçiyor. (Avis ve babası, o fabrikanın hisse senetlerine sahiptirler.) Bu “bilgi türetme”, ikna etme bölümlerinde, din adamları ve kilise gibi, idealizmin temsilcisi olan metafizikçi düşünürler de nasiplerini alıyorlar. Diyaloglar üzerinden örtük olarak bilineni ya da hiç bilinmeyeni türetme yöntemi ağır basınca, anlaşılır bir şekilde, kişilerin karakterleri, psikolojileri ikinci düzleme çekiliyor. İnsanlar, figürleşip yazarın kendilerine taksim ettiği düşüncelerin temsilcisine dönüşüyorlar. Doğrunun ve sosyalizmin temsilcisi Ernest Everhard yüceliyor, mitik kahraman düzlemine geçiyor. Olup biteni sonradan anlatan eşi Avis’in kocasına ve eylemlerine duyduğu büyük bağlılık, onun anlatırken Ernest Everhard’ı daha da “büyütmesine” yol açıyor.

Her metni, en başta tarihsel bağlamı içinde değerlendirme zorunluluğumuzu unutmazsak, Jack London’ın bu metni kaleme aldığı 20. yüzyılın hemen başında, “bu tür bir didaktik kaygının,” dönemin toplumunda işlevsel ve anlaşılır olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Bu kaygının, metinde dikkati çektiğimiz aksaklıkları nereye kadar bağışlatabileceği de, okura kalmış bir karar olsa gerekir.

Ne var ki, metnin ikinci düzlemi, işaret ettiği tehlikeyle, faşizmin ayak seslerini, içinde yaşanılan günlerin pratiklerinden türeterek, metni “gerçekçi” edebiyatın içine yerleştiriyor.

Jack London, gemi azıya almış oligarşiyle el ele veren kapitalizmin, toplumu, insanların yaşamını kâbusa çeviren bir baskı yönetimine yol açtığını hatırlatıyor. Demir Ökçe, emek ile sermaye arasındaki çelişkinin uç sınırında faşizmin nasıl palazlanıp ortaya çıkacağının önsezilerini sunuyor okura. Çok değil, metnin yazılışından yaklaşık 30 yıl sonra Alman faşizminin çizmeleri Polonya’ya girecek, İtalyan faşist yönetimi, London’ın kitabını yasaklayacak, 1929 yılında ancak çok pahalı bir basımının satılmasına göz yumacaktır.

Demir Ökçe, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce yazılmıştı.  Amerika’da daha sonra FBI olarak bilinecek olan Federal Soruşturma Bürosu kuruldu.

1920 yılında, London’ın ölümünden dört yıl sonra, J. Edgar Hoover yönetimindeki timler, işçileri evlerinden çıkartarak dövdü, yayın organları kapatıldı, matbaalar tahrip edildi, onbin aktif politikacı hapse atıldı. Edgar Hoover, 1924’te, adı FBI olarak değişen büronun başına geçirildi.

1922’de faşistler İtalya’da yönetimi ele geçirdiler. 1929’da rejim, Demir Ökçe’nin, işçi sınıfının alabileceği ucuz bütün baskılarını toplayıp el değmez pahalılıktaki birkaç kitabı serbest bıraktı.

London, büyük kentlerin, sermaye birikim süreçleri sonucunda “gettolara” dönüşeceğini de bu metniyle ilk görenlerdendi. İşçi sınıfının yoksulluğu, eğitimsiz, sağlık hizmetlerinden yoksun sersefil hayatı, onun ölümünden yıllar sonra da bir gerçek olarak kaldı.

Orwell’in 1984’te biraz da sinsice yürüttüğü antikomünist, ucuz politika ile karşılaştırıldığında, Demir Ökçe’nin gerek insanlığın büyük çoğunluğunun yanında durma kaygısıyla, gerek yaklaşmakta olanın ayak seslerini yaşanan günün pratikleri içinde duyurmasıyla, insancıl, dolayısıyla da her dönemin metni olma özelliğini koruyacağı bellidir.

Yumuşak, hafiften esen yaz rüzgârı, dev servi ağaçlarının dallarını hareketlendiriyor. Wild-Water Deresi’nin küçük, tatlı dalgaları, derenin yosunlu taşları üzerinde ufak dalgalar oluşturuyor. Güneşte kelebekler dans ediyor ve her yerden insanın uykusunu getiren arı vızıltısı yükseliyor. Her şey öylesine sessiz ve sakin; burada oturmuş düşünüp taşınıyorum ve huzursuzum. Beni huzursuz eden, bu sessizlik. Gerçek değilmiş gibi geliyor insana. Bütün dünya sessiz ama bu, fırtına öncesinin sessizliği. Kulaklarımı ve bütün duyularımı yaklaşan fırtınanın belirtilerini yakalamak için zorluyorum. Ah, zamanından önce kopmasa o fırtına! Zamanından önce kopmasa!1

Huzursuz olmamda pek şaşılacak bir yan yok. Düşünüyorum, düşünüyorum, sonunda düşünmekten kendimi bir türlü alamıyorum. Hayatın kargaşası içinde o kadar uzun süre yaşadım ki, şimdi bu huzur ve sessizlik beni bunaltıyor. Ölümün çılgın girdabını ve giderek yaklaşan afeti düşünmekten kendimi alamıyorum bir türlü. Kulaklarım işkence görenlerin çığlıklarıyla çınlıyor. Geçmişte2olduğu gibi şimdi de, körpe, güzel insan etinin yaralanıp ezilişini, ruhların gururlu gövdelerden vahşice çekilip koparıldığını ve sonra da, Tanrı’nın karşısına fırlatılıp atıldığını görebiliyorum. Biz zavallı insanlar, kendi sonlarımıza işte böyle ulaşıyor, dünyaya sonsuz barışı ve mutluluğu, katliamla ve yok ederek getirmeye çabalıyoruz.

Üstelik yalnızım. Olacakları düşünmediğim zamanlar, geçmişte olanları ve şimdi artık olmayanları –Kartalım’ı– düşünüyorum; yorulmak nedir bilmeyen kanatlarıyla, boşluğu döve döve yükselen, yukarıya, güneşine, insan özgürlüğünün alev alev yanan idealine doğru uçan Kartalımı düşünüyorum. Burada boş boş oturup onun yarattığı bu büyük olayı, elim kolum bağlı bekleyemem, ama o, yarattığı büyük olayı görmek için burada olmayacak. Bütün gençlik yıllarını budavaya adadı Kartalım ve bu uğurda hayatını verdi. Bu, onun ellerinin emeğidir, o yaptı.3

Bu nedenle endişeli bekleyiş dönemimde, kocam hakkında yazacağım. Onun kişiliğine herkesten çok ben ışık tutabilirim, ama yine de, böylesine soylu bir kişilik yeterince hakkı verilerek anlatılmış olamaz. Muhteşem bir insandı; ona olan aşkım bencilliğinden sıyrıldığında, en derin üzüntüm, sabahları gündoğumunun tanğı olmak için burada bulunmayışıdır. Başarısız olamayız, yenilgiye uğrayamayız; çünkü o, başarmamız için her şeyi fazlasıyla sağlam ve güvenli kurdu. Lanet olsun sana Demir Ökçe! Çok geçmeden, insafına terk edilmiş insanlığın göğsünden çekeceksin ayağını. Bir işaretle bütün dünyaişçileri ayaklanacak. Dünya tarihinde şimdiye kadar böyle bir şey görülmemiş olacak, işçilerin dayanışması sağlanacak ve dünya tarihinde ilk kez bütün dünyayı baştan sona saracak, uluslararası bir devrim gerçekleşecek.

Görüyorsunuz ya, tehdit eden, yaklaşan şeyle doluyum tepeden tırnağa. Gece gündüz onu öylesine yoğun yaşadım ki artık aklımdan çıkmıyor. Bu nedenle, yaklaşan fırtınayı düşünmeden, kocamı düşünemiyorum. O bütün bu hareketin ruhuydu. Bu ikisini düşüncemde bile nasıl birbirinden ayırabilirim?

Daha önce de söylediğim gibi, onun kişiliğini yalnızca ben aydınlatabilirim. Onun özgürlük için çalıştığını ve nice çileler çektiğini herkes bilir. Ama ne kadar çok çalıştığını ve ne kadar büyük bir ıstırap çektiğini ben herkesten çok daha iyi biliyorum; çünkü bu ıstıraplı yirmi yıl boyunca onunla birlikteydim ve onun sabrını, yorulmak bilmez çabasını, yaklaşık iki ay önce uğruna canını verdiği davaya, kendini sonuna kadar adayışını kimse benden daha iyi bilemez.

Şimdi Ernest Everhard’ın hayatıma nasıl girdiğini, onunla ilk kez nasıl karşılaştığımı, hangi aşamalardan geçerek onun bir parçası olduğumu ve hayatımda yaptığı büyük değişiklikleri sade bir dille anlatmaya çalışacağım. Böylelikle onu benim gözlerimle görecek ve onu, benim onu tanıdığım gibi tanıyacaksınız. Açıklanması uygun düşmeyecek kadar özel ve tatlı şeyler hariç elbette.

Onunla ilk kez Şubat 1912’de, babamın Berkeley’deki evine akşam yemeğine misafir olarak geldiğinde karşılaşmıştım.5 Bende bıraktığı ilk izlenimlerin pek de olumlu olduğunu söyleyemem. Yemektebulunan birçok kişiden biriydi. Oturma odasında toplanmış ve diğerlerinin gelmesini beklemiştik. Toplanmış olanlarla bağdaşmayan bir hali vardı içeri girerken. Babamın kendince tanımladığı gibi “Vaizlerin Gecesi”ydi ve Ernest hiç kuşku yok ki, kilise adamlarının arasında sırıtıyordu. Orada yeri yoktu.

Her şeyden önce giysisi üzerine oturmamıştı. Koyu renkli, hazır giyim, üzerinde berbat bir şekilde duran takım elbisesi vardı. Gerçekte hiçbir hazır takım elbise onun bedenine ömür boyu uymadı. Ve o gece, hep olduğu gibi, kasları yüzünden kumaş buruşmuş, ceket fazla gelişmiş omuzları üzerinde kırış kırış olmuştu. Boynu, para için dövüşen6 bir boksörünki gibi kalın ve güçlüydü. İşte babamın keşfetmiş olduğu sosyal filozof ve eski nalbant bu, diye düşündüm. Şişkin kasları ve bir boğanınki gibi kalın boynuyla, gerçekten bir nalbant gibi görünüyordu. Onu hemen kafamda sınıflandırdım. Bir tür dahi, diye düşündüm, işçi sınıfının Kör Tom’u.

Sonra, bir de benimle el sıkışması vardı ki! Tokalaşması sert ve güçlüydü, ama bana kara gözleriyle dik ve cüretli bakıyor; fazlasıyla cüretli, diye düşünmüştüm. Anlıyorsunuz ya, o günlerde kendi sosyal çevremin bir varlığıydım ve güçlü sınıfsal içgüdülerim vardı. Kendi sınıfımdan bir insanın bile, bana böylesine dik dik, küstahça bakması neredeyse bağışlanamaz bir şeydi. Bu bakışlar karşısında gözlerimi yere indirmekten kendimi alamayacağımı biliyordum. Onu geçip sevdiğim insanlardan biri olan Piskopos Morehouse’u selamlamak için döndüğümde biraz olsun rahatladım. Piskopos Morehouse orta yaşlı, sevimli ve ciddi bir adamdı. Görünüşüyle İsa’ya benziyordu, iyi kalpli biri ve ayrıca mesleğinin uzmanı bir din adamıydı.

Benim haddini bilmeyiş olarak algıladığım bu küstahlık, Ernest Everhard’ın yaratılışının karakteristik özünün bir parçasıydı. Sade ve doğrudandı, hiçbir şeyden korkmuyordu; kibarlık adına, toplum hayatının gerektirdiği, yapılması zorunlu birtakım davranışlarla vakit kaybetmeyi reddediyordu. “Hoşuma gitmiştin,” diye açıkladı bana çok uzun zaman sonra; “ne diye hoşuma giden şeyle gözlerimi doldurmayacaktım ki?” Hiçbir şeyden korkmadığını söylemiştim. Gerçekte aristokrat olmayanların saflarında yer almamasına rağmen, doğuştan aristokrattı. İnsanüstü bir varlıktı o. Nietzsche’nin tanımladığı sarışın hayvan, ayrıca ateşli bir demokrattı.

Öteki misafirleri ağırlamaya dalınca, belki de edindiğim ilk olumsuz izlenimin de etkisiyle, bu işçi sınıfı filozofu tamamen aklımdan çıkmıştı. Ama yine de bir iki kez gözüme ilişti. Özellikle, önce papazlardan birini, daha sonra diğerini dinlerken, gözlerinde beliren pırıltı gözüme çarptı. Mizah duygusu var, diye düşündüm. Kötü elbise giymesini bağışladım. Ama giderek zaman geçiyor, yemeğin sonuna geliniyordu; papazlar, durmadan işçi sınıfı, bu sınıfın kiliseyle ilişkileri ve kilisenin bu ilişkiler konusunda neler yaptığını ve daha neler yapacağını konuşuyorlardı, ama konuşmak için ağzını bir kez olsun açmamıştı. Ne var ki babamın Ernest’in hiç konuşmamasından rahatsız olduğunu fark ettim.

Bir ara babam, bir sessizlik anından yararlanarak, Ernest’ten bir şeyler söylemesini istedi, ama Ernest omuzlarını silkti, “Söyleyecek bir şeyim yok,” diyerek tuzlu bademleri yemeye devam etti.

Ama babam öyle kolay kolay gözardı edilemezdi. Bir süre sonra, “Aramızda işçi sınıfının bir üyesi bulunuyor,” dedi. “Bize ilginç ve değişik olacak yeni bir bakış açısıyla söyleyecekleri olduğundan eminim. Bay Everhard’dan söz ediyorum.”

Konuklar, nezaketen ilgi gösterip Ernest’in, görüşlerini anlatması için ısrar ettiler. Ona karşı tavırları öylesine hoşgörülü ve cana yakındı ki, gerçekten de onu himaye eden bir hava oluşmuştu. Ernest’in papazların bu tutumlarını sezip onlarla içten eğlendiğini fark ettim. Çevresindekilere şöyle bir göz gezdirdiğinde, bakışlarındaki ve gözlerindeki kahkaha parıltısını gördüm.

“Ben din konusunda tartışmaya girecek kadar güzel konuşmasını bilmiyorum,” diye söze başladı ve sonra, alçakgönüllü ve kararsız bir tavırla duraksadı.

“Devam et,” diye üstelediler. Dr. Hammerfield, “Bizler gerçeğin herhangi bir insanda da olabileceğine inanırız, yeter ki düşünceleri içten olsun,” dedi.

“Öyleyse içtenliği gerçekten ayırt edebiliyorsunuz?” dedi Ernest gülerek.

Dr. Hammerfield ne diyeceğini şaşırdı bir an, cevap vermeye çabaladı; “En iyilerimiz bile yanılabilir genç adam, en iyilerimiz bile.”

Ernest anında değişti. Adeta başka bir adam oluverdi.

“Pekâlâ, öyleyse,” diye cevap verdi, “hepinizin yanıldığını söyleyerek söze başlamama izin verin. İşçi sınıfı hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz, hatta bu konuda en ufak bir bilginiz bile yok. Sizin sosyolojiniz, düşünme yönteminiz gibi hatalı ve değersiz.”

Söyleyiş biçimiyle kıyaslanınca söyledikleri hiç de fazla bir şey değildi. Daha ağzını açar açmaz yerimden sıçradım. Sesinin tonu da bakışları kadar küstahçaydı. Bu, beni baştan aşağı ürperten bir ses tonuydu. Bütün masadakiler de sarsılmış, tekdüzelikten ve uyuşukluktan bir anda sıyrılmışlardı.

“Bizim düşünme yöntemimizde bu kadar korkunç derecede bozuk, hatalı ve değersiz olan yan nedir, genç adam?” diye sordu Dr. Hammerfield. Sesinden ve konuşma tarzından, duyduğu hoşnutsuzluk açıkça belli oluyordu.

“Sizler metafizikçisiniz. Metafiziği kullanarak her şeyi kanıtlayabilirsiniz. Bu böyle olunca, her metafizikçi başka metafizikçilerin düşüncelerinin yanlış olduğunu kanıtlayabilir, huzur içinde bağdaş kurup oturabilir. Sizler düşünce dünyasının anarşistlerisiniz. Ve sizler dünyaya çılgınca yön veriyorsunuz. Her biriniz kendi yarattığınız dünyada, kendi hayal ve isteklerinizin yarattığı bir dünyada yaşıyor, içinde yaşadığınız gerçek dünyayı bilmiyorsunuz. Sizin düşüncenizin gerçek dünyadaki yeri, zihinsel sapıklıktan başka bir şey değil.

“Bu masada oturmuş sizin konuşmalarınızı dinlerken bana neyi hatırlattınız, biliyor musunuz? Bir iğnenin ucunda kaç tane meleğin dans edebileceği biçimindeki alabildiğine heyecan verici bir konuyu, büyük bir ciddiyetle ve bilgelikle tartışan ortaçağ skolastiklerini. İşte, sayın baylarım, sizler yirminci yüzyılın düşünce hayatından on bin yıl önce ilkel bir ormanda büyü yaparak insanları tedavi eden kızılderili sihirbaz doktorlar kadar uzaksınız.”

Ernest konuşurken gerçekten öfkeli bir hali vardı. Yüzü ışıl ışıl, gözleri çakmak çakmaktı, öfke parıltısı bir yanıp bir sönüyor, çenesi ve ağzı öfkeyle geriliyordu. Ama bu, onun sonradan alışacağım kendine özgü davranışlarından sadece biriydi. Her zaman insanları heyecanlandırırdı. Öfkesinin mükemmel, balyoz gibi inen tavrı her zaman dinleyenlerin kendilerini unutmasını sağlardı. Bu masadakiler de şimdi kendilerini unutuyorlardı. Piskopos Morehouse öne doğru eğilmiş, dikkatle dinliyordu. Dr. Hammerfield’ın yüzü, sıkıntı ve öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. Diğerleri de öfkelenmişti, ama birkaçı sözüm ona bıyık altından, üstünlük taslayan bir şekilde gülüyordu. Bana gelince, bu durumu çok eğlenceli buluyordum. Babama baktım, içimize sokmaktan suçlu olduğu bu insandan yapılma bombanın yaptığı etkiden keyiflenmişti, kahkahalarla gülecek diye korkuyordum.

“Kullandığınız terimler oldukça belirsiz,” diye sözünü kesti Ernest’in Dr. Hammerfield. “Bize metafizikçiler diyerek tam olarak neyi anlatmak istediğinizi açıklayabilir misiniz?”

“Size ‘metafizikçiler’ diyorum, çünkü metafizik bir yolla akıl yürütüyorsunuz,” diye devam etti Ernest. “Akıl yürütme yönteminiz bilimin tam karşıtı. Vardığınız sonuçların hiçbir geçerliliği yok. Soyutta her şeyi kanıtlayabilirsiniz, ama yine de hiçbir şeyi kanıtlamış olmazsınız. Aynı düşünceye varan iki kişi çıkmaz aranızdan. Her biriniz evreni ve kendinizi açıklamak için kendi bilinç sınırlarınızın içine kapanıp kalıyorsunuz. İnsanın, bilinci bilinçle açıklamaya çalışması, çizmesinin konçlarından kendini çekerek havalandırmaya çalışmasına benzer.”

“Anlamıyorum,” dedi Piskopos Morehouse. “Bana öyle geliyor ki, aklın yarattığı her şey metafizikseldir. Bütün bilimlerin en doğrusu ve en inandırıcısı olan matematik bile tamamen metafizikseldir. Bilimsel bir akıl yürütmenin her bir düşüncesi metafiziktir. Kuşkusuz bu konuda bana katılıyorsunuzdur, öyle değil mi?”

“Söylediğiniz gibi, anlamıyorsunuz,” diye karşılık verdi Ernest. “Metafizikçi, kalkış noktası olarak kendi öznelliğini temel alıp tümdengelim yoluyla akıl yürütür. Bilim adamı ise deneylerin sonuçlarını kendine temel alarak, tümevarım yoluyla akıl yürütür. Metafizikçi kuramdan gerçeklere ulaşır, bilim adamı gerçeklerden kurama ulaşır. Metafizikçi evreni kendine göre açıklar, bilim adamı evrene göre kendini açıklar.”

“Tanrı’ya şükür ki bilim adamı değiliz,” diye mırıldandı, kendini beğenmiş bir şekilde Dr. Hammerfield.

“Nesiniz öyleyse?” diye sordu Ernest.

“Filozofuz.”

“İşte şimdi yaş tahtaya bastınız,” diye güldü Ernest. “Siz gerçek ve sağlam topraktan ayrılıp uçan makine yerine bir sözcükle gökyüzüne yükseliyorsunuz. Lütfen yeryüzüne inin ve bana felsefe sözcüğüyle tam olarak neyi anlatmak istediğinizi söyleyin bakalım.”

“Felsefe… (Dr. Hammerfield lafın burasında durup gırtlağını temizledi) öyle bir şeydir ki, yalnızca ruh ve yaratılış yönünden filozof olanların anlayabileceği bir tanımı vardır. Deney tüplerine burunlarını sokmuş, dar kafalı bilim adamları felsefeyi anlayamaz.”

Ernest, bu saldırıyı duymazdan geldi, ama rakibine karşı hemen saldırıya geçmek onun âdetiydi, bu defa, saf yürekli bir kardeşlik taşıyan yüzü ve ses tonuyla yine konuşmaya başladı.

“Öyleyse size yapacağım felsefe tanımını mutlaka anlayacaksınız. Ama başlamadan önce, sözlerimde yanlış bir şey bulduğunuzda müdahale etmenizi ya da bir metafizikçi gibi suskun dinlemenizi rica edeceğim. Felsefe, bütün bilimler içinde kapsamı en geniş olanıdır. Felsefenin akıl yürütme yöntemi de herhangi bir bilimin yöntemi gibidir; yani bütün bilimlerin yararlandığı akıl yürütme yöntemi. Aynı akıl yürütme yöntemiyle felsefe, bütün bilim dallarını büyük bir bilim olarak bir araya toplar. Spencer’in dediği gibi; herhangi bir bilim dalının verileri, parçaları birleştirilmiş bilgilerdir. Felsefe, bütün bu bilim dallarından elde edilen bilgileri birleştirir. Felsefe, bilimlerin bilimidir, ana bilimdir de diyebiliriz, isterseniz. Nasıl buluyorsunuz bu tanımımı?”

“Çok saygıdeğer bir tanım, fena sayılmaz,” diye mırıldandı Dr. Hammerfield.

Ama Ernest acımasızdı.

“Unutmayın ki,” diye uyardı, “benim bu tanımım metafiziği inkâr eden bir tanımlamadır. Şimdi benim tanımımda bir boşluk bulmazsanız, bundan böyle metafizik tartışmalarına girme hakkınızı kaybediyorsunuz demektir. Ömür boyu bu boşluğu aramakla geçirmek ve onu bulacağınız ana kadar da metafiziksel bir suskunluk içinde beklemek zorundasınız.”

Ernest bekledi. Sessizlik uzadı, dayanılmaz bir hal aldı. Dr. Hammerfield bozulmuş, aynı zamanda da şaşırmış, Ernest’in balyoz gibi inen saldırısı onu afallatmıştı. Böyle sade ve doğrudan tartışma yöntemlerine alışkın değildi. Masada oturanlara yalvaran gözlerle baktı, ama kimse onun yerine cevap vermeye yanaşmıyordu. Bu sırada babamın, peçetesini yüzüne bastırıp gülmemek için kendini tuttuğunu gördüm.

“Metafizikçileri saf dışı etmenin başka bir yolu daha vardır,” dedi Ernest, Dr. Hammerfield’ın tamamen yenik düştüğünü gördükten sonra. “Bu da, onları kendi eserleriyle yargılamaktır. Onlar, şu insanlık için havada hayaller yaratmaktan, kendi gölgelerini Tanrı sanmaktan başka ne yapmışlardır? İnsanları güldürüp eğlendirme konusunda epey katkıları olmuştur, kabul ediyorum, ama insanlık için yararlı sayılabilecek ne yapmışlardır? Yüreğin, duyguların merkezi olduğuna dair felsefe yaparlarken, bu sözcüğü yanlış kullandıysam beni hoş görün, bilim adamları yüreğin kan dolaşımının merkezi olduğunu keşfetmişlerdi. Onlar açlık ve vebayı Tanrı’nın âfetleri olarak ilan ederken, bilim adamları tahıl ambarları kuruyor ve şehirlerde lağım kanalları açıyorlardı. Onlar kafalarında, keyiflerine göre tanrılar yaratırken, bilim adamları yollar ve köprüler yapıyorlardı. Onlar dünyayı evrenin merkezi olarak tanımlıyorlardı, öte yandan bilim adamları Amerika’yı keşfediyor, yıldızları ve bu yıldızları yöneten yasaları bulabilmek için uzay araştırmaları yapıyorlardı. Kısacası, metafizikçiler insanlık için hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey yapmamışlar, bilimin ilerleyişi karşısında, adım adım geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Bilimsel açıdan kanıtlanan olaylar, onların öznel açıklamalarını yıkar yıkmaz, bu kanıtlanmış olayların tanımını da içine alan ve daha geniş bir alana yayılan, yeni öznel açıklamalar yumurtlamaya başlamışlardır. İşte, yüzyıllar da geçse bütün bu işleri sürdürmekten hiç vazgeçmeyeceklerini düşünüyorum. Baylar, bir metafizikçi sihirbaz bir büyücüdür. Sizin,balina yağı ile beslediği kürkten bir tanrı yapan Eskimo’yla aranızdaki fark, yalnızca aynı düşünceye birkaç bin yıl arayla sahip olmaktan ibarettir. Bu kadar.”

“Yine de Aristo mantığı Avrupa’yı on iki yüzyıl boyu yönetmiştir,” dedi Dr. Ballingford böbürlenerek. “Ve Aristo bir metafizikçiydi.”

Dr. Ballingford masadakilere şöyle bir göz gezdirdi, söylediklerini onaylayan baş eğmeler ve gülümsemelerle karşılaştı.

“Çok zavallı bir örnek seçtiniz,” diye karşılık verdi Ernest. “İnsanlık tarihinin en karanlık dönemine değiniyorsunuz. Gerçekten de bu dönemi Karanlık Çağlar diye adlandırıyoruz. Bilimin metafizikçiler tarafından ezildiği, fiziğin sadece Felsefe Taşı’nı aramaya indirgendiği, kimyanın simyaya dönüştüğü, astronominin astroloji olduğu bir dönemdir bu dönem. Ne yazık ki, Aristo’nun düşüncelerinin egemenliği etkisini böyle göstermiştir!”

Dr. Ballingford’un yüzü bir an sıkkın bir ifade aldı, ama sonra gülümseyerek şöyle dedi:

“Bu çizdiğiniz korkunç tablonun gerçek olduğunu kabul etsek bile, yine de insanlığı bu karanlık dönemden çıkarıp, daha sonraki yüzyılların aydınlığına götürecek birikimi sağlayanın, metafizik düşüncenin ta kendisi olduğunu itiraf etmeniz gerekir.”

“Metafiziğin bu dediğiniz şeyle uzaktan yakından bir ilgisi yok,” diye karşılık verdi Ernest.

“Ne?” diye bağırdı Dr. Hammerfield. “O çağlara rastlayan keşif yolculuklarına zemin hazırlayan, bu tür düşünce ve varsayımlar değil miydi yani?”

“Ah, sevgili bayım,” diye gülümsedi Ernest, “ben sizin saf dışı kaldığınızı sanıyordum. Henüz benim felsefe tanımımda bir boşluk bulamadınız ve şimdi temelden sarsılmış bir durumdasınız. Ama bu metafizikçilerde her zaman görülen bir alışkanlıktır, bu yüzden bağışlıyorum sizi. Tekrar ediyorum, hayır, metafiziğin bu ilerlemeyle hiçbir ilgisi yoktur. Ekmek ve yağ, ipek ve mücevherat, dolar ve sent, ha aklıma gelmişken söyleyeyim, Hindistan’a giden karayollarının ticarete kapanması, işte keşif yolculuklarının nedeni bunlardı. 1453’te İstanbul alınınca, Türkler Hindistan’a giden kervan yollarını kapadı. Avrupalı tüccarlar kendilerine yeni bir yol aramak zorunda kaldılar. İşte, bu keşif yolculuklarının asıl nedeni budur. Kristof Kolomb, Hindistan’a giden yeni bir yol bulmak için denize açıldı. Bütün tarih kitapları bunun böyle olduğunu yazar. Bu arada tesadüfen dünyanın yaratılışı, doğası, büyüklüğü ve biçimi hakkında yeni bulgular elde edildi ve Ptoleme sistemi terk edildi.”

Dr. Hammerfield homurdandı.

“Benimle aynı düşüncede değil misiniz?” diye sordu Ernest. “Öyleyse nerede yanılıyorum?”

“Şimdilik görüş açımın doğruluğunda ısrar ediyorum,” diye buruk bir ses tonuyla karşılık verdi Dr. Hammerfield. “Bu, şimdi burada, giremeyeceğimiz kadar uzun bir hikâye.”

————

İkinci Devrim büyük oranda Ernest Everhard’ın eseriydi. Elbette, Avrupalı liderlerle işbirliği yapmıştı. Everhard’ın yakalanması ve gizlice idam edilmesi M. S. 1932 yılı baharının en büyük olayıydı. Yine de devrim yapmak için o kadar iyi hazırlanmıştı ki, yoldaş komplocuları onun planlarını çok az bir karışıklık ve gecikmeyle uygulamayı başarmışlardı. Everhard’ın idamından sonra karısı, California’da, Sonoma Hills’de, küçük bir dağ evinde yaşamak için Wake Robin Lodge’a gitti.
Burada Avis Everhard kuşkusuz Chicago Komünü’ne atıfta bulunuyor.
Avis Everhard’ın kanısına saygı duymakla birlikte, kocası Everhard’ın İkinci Devrimi planlayan birçok etkili liderden sadece biri olduğunu belirtmemiz gerek. Ve biz bugün, yüzyıllar gerisine bakarak şunu güvenle söyleyebiliriz ki, o yaşasaydı bile İkinci Devrim sonuç olarak bundan daha az felaket dolu olmayacaktı.
İkinci Devrim gerçekten uluslararası bir devrim, çok geniş kapsamlı bir plandı; öyle ki yalnızca tek bir insanın zekâsı tarafından geliştirilmesi imkânsızdı. Emek, bütün dünyanın oligarşilerinde ayaklanmak için bir işaret bekliyordu. Almanya, İtalya, Fransa ve Avustralya emekçi ülkeleriydi –yani sosyalist devletlerdi. Devrime yardım etmeye hazırlardı. Cesurca yardım ettiler ve bu nedenle İkinci Devrim kırılıp önlendiğinde, onlar da dünyanın birleşik oligarşik yönetimleri tarafından ezildiler ve sonra sosyalistlerin yerine oligarşik yönetimler geçti.
Avis Everhard’ın babası John Cunningham, California’ daki Berkeley Devlet Üniversitesi’nde profesördü. Fizik alanını seçmişti, ayrıca birçok orijinal araştırmalar yapardı ve bir bilim adamı olarak hayli ünlüydü. Bilime yaptığı en büyük katkı, elektron üzerine yaptığı çalışmaları ve Enerji ve Maddenin Tanımı adlı anıtsal eseridir. Bu kitabında hiçbir itiraz kabul etmeyecek biçimde, maddenin (kütlenin) nihai biriminin ve enerjinin son çözümlemede özdeş olduğunu kanıtlamıştı. Bu düşünce daha önce radyoaktivite adlı yeni bilim alanında araştırmalar yapmış olan Sir Oliver Lodge ve diğer öğrencileri tarafından geliştirilmiş, ama kanıtlanamamıştı.
O günlerde cüzdanlarını ortaya koyup dövüşmek erkekler arasında âdetti. Çıplak elleriyle dövüşürlerdi. Dövüşenlerden biri baygın ya da ölü olarak yere devrildiğinde ayakta kalan parayı alırdı.
Bu belli belirsiz atıfta bulunulan Tom, Hıristiyanlık Çağında, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında dünyada fırtınalar yaratan kör bir zenci müzisyendi.
Friedrich Nietzsche, Hıristiyanlık Çağında, on dokuzuncu yüzyılda çılgın bir filozoftu. Gerçeğin vahşi kıvılcımlarını yakalamıştı, ama kendisini insanlık düşüncesinin büyük bir dairesi içinde düşünmüş ve sonra çıldırmıştı.

Bizlere destek olmak için Lütfen Yorum Yapınız.